Mutsuzluk da günah değil midir?
İnsan nereden başlayacağını bilemeyince ortadan başlamalı diyerek yazıya döküyorum, kelimelerimi.. Aradan yıllar geçiyor, yıllar geçtikçe adaletin yerini bulmamasını görmek yeni başka acıların doğmasını görmek, tarihe yenilerinin eklenmesini görmek canımı çok sıkıyor. Bunun bir ilk olmadığını belki de son olmayacağını bilmek daha çok canımı sıkıyor.
Başıma bir şey gelirse beni korur, korunurum hissi bence bu hayattaki en korunaklı duygu hissi.
Toplumları kim koruyor, neden koruyor, toplumlar nasıl oluşuyor? gibi daha birçok soru. Kime güveneceğiz?
Türkiye, yıldönümlerini kutlamayı çok seven bir ülke. Bugün sosyal medyaya bu nedenle bakasım hiç yok.
Antakya’ya gittiğimde çocuklara ismimi söylemekten çekindim, biliyor musunuz? Depremin olduğu gün çok kötü bir yağmur yağmış ve her yağmur yağdığında çocuklar korkuyormuş, artık.
Süreci yaşayan arkadaşlarımın paylaşımlarına bakamıyorum. Acılarını döktükleri kelimeleri okuyamıyorum.
Depremin tanıkları anlatıyor için çektiğim videolara, ses kayıtlarına ise dönüp dönüp bakıyor, yapamıyor, başa sarıyorum.
Antakya’da bana dostlukla tüm acılarına rağmen yanımda olan, eşlik eden evlerini açan Oya’yı, Oya’nın ailesini, Aydın’ı hatırlıyor, gülümsüyorum, sevgiyle.
Geçen gün Doç. Dr. Zeynep Kotan’nın röportajını izledim. Oğlunun kayak tutkusundan, spora ilgisinden bahsediyor. Acısını, hüznünü zarafetle anlatmaya çalışıyordu. Ya yıkılıp gidecektim ya da kalkıp oğlum ve diğer canlarımız için bir şeyler yapacaktım, diyordu.
Anlatırken ilk kayak hatıram aklıma geldi. Okula başlamış mıydım hatırlamıyorum, babamla çok sevdiğim fotoğraf karelerimizden birini çekmiştik.
Beraber kaymış ve kayak yapmayı öğrenmiştim. İçeriden dışarıya baktığımız manzara ise bembeyazdı. O kadar güzeldi ki..
Zeynep Hanımı dinlerken ne olurdu, o otel onlar için güzel bir anı olarak kalsaydı.
Daha fazla hırs daha fazla sınırsızlık yüzünden neden artık onlar için güzel bir anı olarak kalmadı, orası.
Küçük oğulları Güneş nasıldı şimdi acaba.
Bade, Antakya’yı ailesini hep çok güzel anardı. Çok keyifli insanlardı. Ne olurdu, onlar yeniden bir arada kalsalardı.
Ne olurdu…
Ünal’ın babası annesi bir arada olsa, Hülya’nın kuzenleri bir arada olsaydı.. Birbirlerinin seslerini duymaya devam etselerdi, ne olurdu.
Sanırım ölüm değil insanın canını acıtan; insanın canını acıtan adaletsizlik. Ve şu da çok acı hakkımızı arasak ne olacak. Kanıksamak.
Sen bir dene belki olur.. Kelebeklerin kanatları kadar özgürüz ama hep birlikte kanatlarımızı çırparsak fırtına yaratabiliriz.. Sineklerin tanrısı romanında Golding, insan doğasının bencil ve vahşi olduğunu vurgularken Camus, Veba romanında tam tersini savunuyordu. Deleuze, “Gerçek; bir fabrikada, okulda, kışlada, hapishanede, polis karakolunda yaşanandır.” der.
Gerçek doğal afetlerde yaşanan çaresizliğe dönüşmedi mi? İzmir’de deprem bekleniyor, sallanıyoruz. Başımıza gelmemesinin bir garantisi var mı? Tatile gidiyoruz, başımıza bir şey gelmemesinin garantisi var mı? Güvenmeden nasıl yaşanır? Churchill şöyle diyor; Biz binalarımızı şekillendiriyoruz ve ondan sonra binalarımız bizi şekillendiriyor..
Sadece güvenmek, sadece yaşamak istiyorum… Korkmak istemiyorum.
Kirazın tadı filminde denildiği gibi “mutsuzluk da günah değil midir?”
Ünlü nörolog Oliver Sacks’ın eserinden uyarlama olan Awakenings filminden umutlu bir cümle şöyle sesleniyor;
Basit bir mucize yoktur..
“Boşuna değil yaşam:
Sevgi var, elma var, inanç var.
Evet,
Yaşamak gerek, bir şakayığın soluğu kadar.
Yüreğimde bir şey var, ışık ormanı gibi,
Sabah uykusu sanki, ve öyle sabırsızım ki,
Koşmak istiyorum, bozkırın sonuna doğru,
dağın zirvesine doğru.
Uzaklardan şarkı sesi geliyor,
Beni çağırıyor.*
Sohrab Sepehri / Gül Bahçesi
Fotoğrafı 2013 yılında Anadolu’da yolda iken çekmiştim. #nikond80