Bir varmış bir yokmuş Dünya’da neler oluyormuş
“Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür gümbür bir telaş, Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz!”
Ataol Behramoğlu – Bir Gün Mutlaka
Yıllardan 2016, yolum Paris’e düşüyor. Çocukluğumdan beri Fransız kültürüne o kadar anlam yüklemişim ki gözümde bambaşka bir dünya bekliyorum. Literatürde, Fransız Yeni Dalga akımının öncülerinin yaptığı filmleri anlamlandırmam için büyük bir klavuzun içerisindeyim. İnsan neden başkaldırır? Hak nasıl elde edilir? Başkaldırı neden doğar? İnsanlar arasındaki sınıfsal ayrımlar neden var? Şehir yapılanmalarında, konutların sınıfsal farklılıları neden oluşur? bir şekilde anlamlandırıyorum. O rüyalardaki romantik, moda, muhteşem tatlılar, parfüm kokuları mı dersiniz, Paris.. Başkentler, şehirsel yapılanmaları, mimari ve kimlik birbirini besleyen ve tarihsel süreçleri anlamlandırmanızı sağlayan bir bütün ve bellek..
İkinci Dünya Savaşı ardından yapılan toplu kent konutlarında da bunu çok net görmek mümkün. Fransa’daki, Almanya’daki, İngiltere’deki göçmen, işçi sınıfı ev yapıları; uzun ince bloklar, soğuk bir atmosfer.
Şanzelize sokakları ve Paris’in arka sokaklarındaki banliyöler arasındaki farkı anlamlandırırken üniversite döneminde izlediğim La Haine filmini düşünüyorum. Bugün yeniden o filme gidiyorum. Fransız Filozof; Deleuze, “Gerçek; bir fabrikada, okulda, kışlada, hapishanede, polis karakolunda yaşanandır.” der. Ben de ona şunu ekleyerek devam etmek isterim; sermayenin göstermediği her alanda diyebiliriz. Üst sınıfın alt sınıfa uyguladığı her tahakküm alanı bize o gösterilmeyen gerçekliği gösterir.
Film, bunu bence çok iyi anlatıyor. Fransız yönetmen Mathieu Kassovitz tarafından çekilen bu film üç karakter etrafında gerçekleşiyor ve bu üç karakterde göçmen, alt gelir grubuna ait izler taşıyor. Arap, Afrikan ve Yahudi. Polis şiddeti anlatılırken 90’lı yıllardan itibaren tüm Avrupa’ya yayılan neo-faşizm dalgalanmalarına da vurgularda bulunuyor. Paris’e gittiğinizde “polis” gücü öfkesini gözlemlemeniz mümkün ve Fransızların milliyetçi tutumlarını.. Fransız arkadaşlar, Fransız koloni toplumlarından arkadaşlar edinir, gözlemler, Fransa’ya giderseniz bunları daha iyi anlamlandırabilirsiniz.
Tüm Dünya’nın sorunu ekonomik zayıflık, yüksek işsizlik, ırkçılık, uyuşturucu, yetersiz altyapı, düşük bina kaliteleri, eşitsiz eğitim alanları, derinleşen sınıf farkları ama bunlara ses veren insanlar “biz buradayız” diyorlar.
“Biz buradayız”..
Fransız Devrimi işte bu nedenle çok kıymetli. Totaliter rejimden gelen insanların bir siyasi perspektifi olsa bile konuşmaya korkuyorlar. Bunu bu konularla ilgili konuşmaya çalıştığım Rus ve Çinlilerde, Orta Asya Ülkesinden insanlarda oldukça gözlemliyorum. Bugün Çin’de, Rusya’da yakınlardaki ayaklanmalar, Ukrayna- Rusya savaşı ne kadar gösteriliyor? Bugün çok uzağa gitmeyelim; Örneğin, Türkiye’de yetimhanelerde uygulanan ensest vakalarını kim ne kadar biliyor ya da gösterebiliyor? ve daha nice “hak” vakaları.. (Hiç unutmuyorum; Üniversite 1. sınıftayım, cafenin masalarından birinde tek başıma oturuyorum elimde Radikal Gazetesi var, okuyorum. Okulda bir şeyler oluyor, bir anda polis arkadan koşarak geliyor ve bir gencin burnuna “jop” ile vuruyor. Burnundan kanlar akıyor, korkuyla cafeye giriyorum, daha 17 yaşındayım. Ve 13 yıl önceki o günü dün gibi hatırlıyorum..Sonra küçücük ruhların nasıl sahnelere maruz kaldığınız öğreniyorum..)
Guardian, geçen günlerde ‘Yevgeny Prigozhin bir daha asla tartışılmayacak’: Rus medyası isyancı savaş lordunun tüm izlerini silecek.. diye bir manşet atmıştı. Ve böyle toplumlarda paranın kaynağı da bilinmiyor. Sınıflar arasındaki fark, çok daha açık.
Yevgeny Prigozhin tarafından başlatılan Rus isyanı, Fransız isyanıyla eşdeğer gider mi diye düşünürken “bilmiyorum, göreceğiz.” diyorum, kendi kendime..
Fransa’da bir toplumsal kültür, ideolojik bir kültür, sanatın gücü var. Mücadele ve alternatifler daha da çoğalacak belki de bu isyan tüm Avrupa’ya yayılacak. The Economist’in 2020 kapağında belirttiği gibi belki, “Dünya kapandı ve yeni Dünya’nın doğuşunun sancıları” bizlerde bugünlerin tanıkları..
Londra’da Museum of London Docklands’da gezerken en ünlü ayaklanmalardan olan 1791 yılında Fransız “sugar kolonisi” olan St. Dominque’de başlatılan büyük isyandan bahsediliyordu. L’overture liderliğinde Fransız yönetimi devriliyor ve Ocak 1804’te Özgür Afrika Cunhuriyeti ilan ediliyor.
The Negro’s Complaint şiirinde William Cowper şunları dizelerinde ifade ediyor;
“Men from England bought and sold me,
Paid my price in paltry gold;
But, though theirs they have enroll’d me,
Minds are never to be sold.”
İngiliz erkekler beni aldılar ve sattılar. Param, değersiz altınla ödendi. Beni satın almış olsalar da akıllar asla satılamaz…
Bu “Bir varmış bir yokmuş Dünya’yı” popülist mentaliteyi yayanlar buna ses çıkarmayanlar değil, hakikatleri savunanlar değiştiriyor.
LSE’de The Economist Genel Yayın Yönetmenin yer aldığı konferansta İtalya’da göçmen bir ailenin çocuğu olarak kendini tanımlayan bir doktora öğrencisi şöyle demişti; “Bu salonda oturan insanların çoğu üst sınıftan ailelerin çocukları, benim annem temizlik görevlisi bu okulda okuyabilmek için yıllarca çalıştım. Annemin temizlikçi olduğunu duyduklarında benimle konuşmayacak çok insan var.”
Her şey sermayenin mi sevgilim, akılda mı? Popülizm karşısında diz çökmeyenler yok mu? Neşet Ertaş’ı bilmeyen Türkiye Vatandaşları gibi Jean- Juc Godard’ı bilmeyen Fransız Vatandaşları da var. Tek bir Dünya benzer izlerle yoğrulmamış mı?
Tüm Dünya’nın yaban otu olarak gördüğü “öteki” mi?
Günün filmi; La Haine..